Babam vefat ettiğinde ağladım.
Ama o gözyaşları ölümüne değildi.
Zaten hiç yaşamamış bir şeyin yokluğu nasıl hissedilir ki?
Sen benim için hiçbir zaman gerçek olmadın.
Bir isimdin sadece.
Bir gölge…
Belki de sadece bir zorunluluk.
Seninle aramda sadece et vardı, kan vardı,
Ama ruh yoktu.
Senin varlığın kadar soğuk,
Senin sessizliğin kadar keskin büyüdüm.
Ama ben önce bir çocuktum.
Küçük ellerimle gökyüzüne uzandım,
“Bak baba!” dedim defalarca —
Sen duymadın.
Duymak istemedin.
Sustuğun her an, ben biraz daha karanlığa gömüldüm.
Sen şimdi toprağın altındasın.
Ama benim içimde gömülen daha önceydi:
Hiç doğmamış bir baba sevgisi.
Kimsesizliğe “baba” ismini verdim ben.
Ve sen her sustuğunda, ben biraz daha unuttum insan olmayı.
Bu gözyaşları sana değil.
Senin yüzünden yitirdiğim kendime.
Kimsesizliğe, sevgisizliğe, o dipsiz eksikliğe.
Senin bana veremediğin her şeye.
Lanetim budur sana:
Senin bıraktığın boşlukla ben dünyayı kandırıyorum şimdi.
Senin eksikliğinle konuşuyorum yalanı,
Senin yokluğunla dokunuyorum karanlığa.
Senin olmadığın her anın cezasını başkaları çekiyor.
Ve bu lanet, işte böyle büyüyor.
Ben artık ağlamıyorum.
Çünkü ağlamak da bir bağdır.
Ve sen, hiçbir bağ bırakmadın geride.
Ne sevgi, ne anı, ne bir “aferin”…
Hiçbir şey.
Sana son sözüm değil bu.
Çünkü seninle hiç başlanmamış bir şeyin sonu da olamaz.
Ama şunu bil:
Ben senin çocuğun olarak doğdum,
Ama karanlık beni büyüttü.